Merhaba, uzuuuun bir gezi ile karşınızdayım. Daha önceleri de bahsetmiş olduğum gibi, motosikletle gezmiş olduğum rotaları işaretlediğim bir harita kitabına sahibim. Yeni yerler görmek, motosikletle gitmediğim yollardan gitmek istediğim için; kitapta işaretlenmemiş yerlerde gezmek istiyordum. Nerelere gezi yapayım derken; arkadaşlarım; 5 – 6 büyük motosikletle güzel bir gezi gerçekleştirdiler. Gezi 8 gün ve mesafece uzundu. İlgimi çekmeyen veya gördüğüm yerleri yenileriyle değiştirerek bir plan oluşturdum. Geziye güney ayağından başlayıp kuzey ayağından geri dönecektim. Üç gün tek başına ilerledikten sonra gezinin en doğu noktasında -Bursa’dan bir günde (!) gelmeyi planlayan- dostum Cem ile buluşacak ve kalan doğu ve kuzey ayağını birlikte tamamlayacaktık. Hal böyleyken, geziye bir gün kala dostumun -sağlık nedenleriyle- acilen Samsun’a intikal etmesi ve orada kalması gerekti. Mecburen planları son anda değiştirmek durumunda kaldım. Hem bütün geziyi tek başıma planlamalı; hem de ivedilikle normalde güzergah dahilinde olmayan Samsun’a uğramalıydım. Son iki gezide aksini planlayıp tek başıma geziyorum, sanırım bu benim kaderim, şikayetçi de değilim aslında. Tek başına gezmenin dezavantajları olsa da avantajları da mevcut. Bu şekilde tekrar planlama yaparak yola çıkmaya karar verdim. Her zamanki gibi rotaya çalışmış, haritayı depo üstü çantaya yerleştirmiş, geçeceğim güzergahları not defterine yazıp, geziyi tabelaları takip ederek yapmayı planlamıştım. Gezi uzun olduğundan; muhtemel değişikliklere karşı da kendimi hazırlamıştım.
Toplam planladığım yol 3000 kilometreden fazlaydı. Günde en fazla 600 kilometre gitmeyi planlamıştım. Günlük 600 kilometre fazla gelmeyebilir. Sonuçta 100-150 beygir gücündeki motorlarla seri ve konforlu bir şekilde yolları geçiyorsunuz. Motor hacmi büyüdükçe daha seyrek ara vermek gerekiyor ve daha az yoruluyorsunuz. Ancak; Oyun bozan Hint’ler olması gerekenden çok daha uygun bir fiyata (iyi bir akıllı telefon parası kadar), beklediğinizden çok daha konforlu (18 inç ön tekerlek, yumuşak sele ve süspansiyonlar), ödediğinize göre çok daha donanımlı (orta sehpa, motor koruma demiri, zincir muhafazası, topuk ile vites büyütebilme, ayak marşı) ve güvenli olan (ABS), ıssız yerlerde motoru düşürdüğünüzde tek başına kaldırabileceğiniz kadar hafif (ki burası çok önemli: 138 kg), 1200 cc motorların yüzde kırkından az son sürati ve yakıt tüketimi olan; herhangi bir motordan çok daha uzun menzili bulunan (bu konuya daha sonra değineceğim) bir taşıt üretince; cazibesine daha fazla karşı koyamadım. Yola 150 cc, 12 (tam on iki) beygir gücü olan son sürati saatte 100 kilometreden biraz daha fazla olan Bajaj v15 ile yola çıkmaya karar veriyorum.
Motosiklet hava soğutmalı ve hava da çoook sıcak olduğundan motoru çok fazla zorlamamak adına seyir süratimi 90 km/s olarak planladım. Sadece sollama gibi gerekli durumlarda anlık olarak daha yüksek hızlara çıkacaktım. Tek rakibim kamyonlar tabi 🙂 Hindistan’da araçları kendi yol koşullarına göre üretiyorlar. Haliyle bu da bizim arazi şartlarına yakın yollarda kullanım imkanı veriyor. Bütün bunlar da motoru adeta bir edvençır (macera) motoru haline getiriyor. Tabi bildiğimiz ve yollarda -bazen polislerde- görmeye alıştığımız türden macera türü motorlarda uzun yol için genelde 3 çanta bulunur; haliyle pek çok ihtiyacınızı yanınızda götürebilirsiniz. Motorumda her hangi bir çanta bağlantısı bulunmadığından 2008 de Karadeniz gezisinde kullandığım mıknatıslı depo üstü çantanın tek katı ile bütün geziyi idare edecektim
Ne kadar çanta, o kadar gereksiz eşya diyerek; yanıma sadece biricik çantama sığabilecek en gerekli eşyayı aldım. Çantada anahtar takımı, hava pompası, lastik tamir kiti, zincir yağı gibi ekipmandan ne kadar boş yer kaldıysa… Neyse “sözü fazla uzattın şu geziye çık artık” dediğinizi duyar gibiyim. İlk gün planım Bursa İznik Sakarya Düzce Karabük üzerinden Safranbolu’ya ulaşıp orada bir gece konaklamak (yaklaşık 413 km). Sonraki gün de Kastamonu’da Küre dağların turu yapıp Samsun’a ulaşmak. Yola 06:30’da yarım saat gecikme ile çıktım.
Bursa, Yenişehir, İznik, Pamukova, Sakarya, Düzce istikametinde ilerledim. Bayram tatili nedeniyle ücretsiz olan otoban normalden daha kalabalık, devlet yolu ise normalde olduğundan daha tenha. Ayrıca motorun son hızı düşük olduğu için, otobandan gitmek mantıksız. Devlet yolundan (D 100) planladığım hızda ilerlerken karşıma Bolu dağı çıkıyor. Yemek molası için tırmanıştan hemen önce Kaynaşlı’da duruyorum.
İlçelerde genellikle olduğu gibi yemekler leziz, bol ve ucuz. Yakıt göstergesi daha yarıya inmedi. Bir yanlışlık mı var? Çalkantıdan anladığım kadarıyla epey yakıt var. Devam edelim bakalım. Bolu Dağı tırmanışı yol tenha olmasına rağmen -mecburen- yavaş oldu ancak bu sayede manzaranın tadını epeyce çıkarabildim. Bolu Dağı geçidi (950m) sonrasında Bolu, Fakılar geçidi (1050m), sonrasında rota Karabük. Bu gün planım Safranbolu’da konaklamak. Sorunsuz Safranbolu’ya ulaştım. Burada konaklayacağım. Fakat o da ne? Saat daha 14:30. Günün yarısında ilk gün hedefime ulaştım!
Hemen planlarda değişiklik yapıp biraz daha sürmeye karar verdim. Eflani yönünde ilerleyip, ardından rotamı Daday’a doğru çevireceğim. Bu yolu daha önce de geçmiş ve son derece keyif almıştım. Arka arkaya bir yukarı bir aşağı, inişler ve çıkışlarla doluydu. Lunapark treni gibi. Ancak bu sefer yolun eski halinden eser yok. Yol genişletilmiş ve düzleştirilmiş. Yerel halk için iyi ama benim için iyi olmadı. Türkiye’de en keyifle sürdüğüm yollardan biri olan Eflani – Daday rotasını listeden üzülerek çıkardım. Karabayır geçidini (1060m) aşıp, rutin bir sürüşle Daday’a vardım. Bir sonraki sürüş için kendimi hazırladım. Babamın her zaman dediği “Daday – Azdavay yolunda ağaçlar gökyüzünde birleşmiş gibi görünür” sözü kulağımda, rotayı durmadan Azdavay’a çevirdim. Daday çıkışından hemen sonra Küre dağları bana kendini gösterdi. Direk ormanın içine dalıp yokuş tırmanmaya başladım.
Burada ağaçlar çok sık ve yüksek. Bursa’daki çam ormanına göre çam türleri biraz daha farklı (köknar?) . Asfalt fena değil. Bir süre sonra iyice dağlara tırmanmaya başlıyorum. Virajlar güzel ancak temkinli olmak adına yavaş ilerliyorum. Yoldaki sorun; zeminden ve manzaradan ziyade ıssız olması. Yolda başka araç da yok. Bu ormanların “ayusu” ve “donguzu” çok olur. Sanırım ayıdan ziyade domuzdan endişe etmeliyim.
Bu yolda ağaçlar öyle uzun ki insan kendini cüce gibi hissediyor. Aşağıdaki resimde motorun boyuyla ağaçların boyunu kıyaslayabilirsiniz, perspektife rağmen böyle…
Ağaçların yüksekliği, gerçekten de gökyüzünde birleştiklerini düşündürüyor. Babama hak verdim. Bu şekilde ıssız, muhteşem manzaralı, virajlı dağ yollarından “ayu” ve “donguzlardan” uzak durmaya çalışarak (nasıl olacaksa) tırıs tırıs giderek Ballıdağ geçidinden (1570m) geçtim ve yine orman içinde iniş sonrası Azdavay’a ulaştım. Memleketim 🙂 Azdavay’da yemek molası veriyor, bu arada ne ıssız yerlerden ne zirvelerden geçtiğimi düşünüyorum. Buralarda mı kalsam?
Saat daha 17 civarı. Biraz daha yol alabilirim aslında. Varmak istediğim yer Samsun. Yollarda artık nerede konaklayabilirsem orada kalır, yarın Samsun’da Cem’i görür sonra da yola devam ederim. Tamam, plan bu. Yemek sonrası fazla vakit kaybetmeden yola çıktım. Azdavay sonrası yol daha düz ve daha kalabalık. Yolun çoğu ana yol. Yolda Boyabat’ta konaklamaya karar veriyorum. Oyrak geçidini (1210m) aşarak Kastamonu’ya girmeden çevresinden dolaşıyorum. Taşköprü, Hanönü istikametinde Boyabat’tan hemen önceki yol ayrımında Sinop ve Gerze tabelası çıkıyor karşıma. Gerze; Samsun yolu üzerinde. Hazır buralara kadar gelmişken Samsun’a mı ulaşsam? İçimdeki motorcu ruhu “yapabilirsin!” diyor ve Boyabat’a varmadan rotayı yine dağlara ve denize doğru çeviriyorum. Denizle aramda Küre Dağları var. İleride bulutlar görünüyor.
Yol bir anda yokuşa bağladı. Arkadaş bitmeyen yokuş yapmışlar. Yüzde 8 eğimle 10 -12 km yol mu olurmuş? Şimdiye kadar yaptığım gezilerde bu eğim tabelalarına dikkat ettiğim hiç olmamıştı. 500’lük, 1200’lük motorlarla hiç bakmazdım bile. Ama bu garibanın canı ne? Hepi topu 12 beygiri var. Yokuşlar bitmiyor, bitmiyor, bitmiyor. Hızım irtifanın da etkisiyle arada 70’e kadar düştü. Oyrak ve Ballıdağ geçitlerinden çok daha yüksek irtifada geçtiğim halde, o yollar ya dar virajlı olduğundan hızlı gidilmiyordu ya da eğim daha düşüktü. Ama bu yol daha geniş ve açık virajlı olduğundan bu süratler bana az geliyor. Motor mu beni taşıyor, ben mi onu taşıyorum, karar veremedim. (Bu arada sonradan internette bazı bisiklet kullanıcılarının bu yolu kullandığını okudum ve bisikletçilere saygım daha da arttı, motoru taşıdığım düşüncesinden anında vazgeçtim) Yol uzadıkça uzadı. Nihayet uzunluğu 2 kilometreden fazla, irtifası 1160 m olan Dranaz tüneline (geçidine) ulaştım. İşin ilginci o kadar yokuştan sonra ulaştığım tünel de yokuş!
Neyse tünel bitti de iniş başladı. Sis de dağıldı, yol ve virajlar geniş, görüş olunca 90 ile gitme fikrimden bir süre uzaklaştım, ve motorun limitlerini yokuş aşağı görmüş oldum. Karadenize ulaştım ama hava da karardı. Benzin göstergesi kırmızıya geldi. Odometreyi kontrol ettiğimde son yakıt almamın üzerinden 700 kilometreden fazla yol gittiğimi gördüm. Menzil 700+ km. Müthiş. Bajaj v15 ADVENTURE!!!
Bu arada Bafra’da, hatta yeryüzünde(!) bu kadar sineğin olduğunu bilmiyordum. Kaskın vizörü sinek yeşili oldu. Karadeniz sahil yolundan ilerleyerek akşam 22:30 gibi Samsun’a ulaşıyorum. Muhabbet koyu olsa da yorgunluk çok fazla. Bu gün gittiğim yol; yanlış gittin döndünler ve merkeze girdin çıktınlarla 1000 kilometre üzerinde oldu. 06:30’dan 22:30’a 16 saat, 1021 km. Haritalardaki mesafe farklı görünüyor. İl merkezlerindeki seyir, yanlış yollara girip geri dönme, yemek veya yakıt için yolu uzatmak vb yansıtamadığım nedenlerle haritada daha az görünüyor. İlk güne fazla yol sıkıştırdık…
Ertesi sabah erkenden kalkıp Samsun’dan güneye ve doğuya doğru ilerlemek üzere yola çıkıyorum. Samsun; sahilde. İç Anadolu bölgesi ile aramda Canik Dağları yer alıyor. Bu dağları aşmak için uzun yokuşlar çıkmak gerekiyor. Yolda radarlar var ama sorun değil; ceza yiyecek kadar hızlı gidemiyorum 🙂 Canik dağlarını tırmanırken Mahmuz (472m) ve Hacılar (748m) geçitlerinden geçiyorum. İrtifam yükseliyor. Karadenizin nemli havası yerini İç Anadolunun kuru sıcağına bırakıyor. Karadağ geçidi (900m) kıyısında Ladik ayrımına sapıyorum. Manzarada inanılmaz bir değişiklik var. Uzunca bir süredir gördüğüm yeşil coğrafya yerini bir anda sarı coğrafyaya bıraktı.
Her yerde tarlalar, ekinler. Sarının da pek çok tonu var tabi. Arada insanın içini açan böyle tonları da mevcut.
Aralarına dalmadan olur mu hiç?
Ladik sonrası Taşova yolunda Ladik gölü var. Buralar gölün etkisinden dolayı olsa gerek, daha yeşil. Yolun sağı da solu da göl olan bir yerde duruyorum. Aynı noktadan farklı yönlere doğru çekilen iki fotoğraf…
Göle Kılıçarslan geçidinde (915m) veda ederken sarı renk tekrar hakim olmaya başlıyor.
Taşova civarında, dün gittiğim D100 yoluna tekrar erişiyorum. Kelkit vadisinde ilerleyeceğim. Buralarda yeşilden geriye bir şey kalmıyor. Peki ne kalıyor?
Sıcak!!!
Samsun Taşova Erbaa Reşadiye Koyulhisar Suşehri rotasında, 20 Temmuz 2021 tarihinde; tam da bu sıcaklıklarda ilerledim. Erbaa civarinda hem yakıt hem de içecek molası veriyorum önce.
Burada karşılaştığım bir motorcu ile sohbet ediyoruz. İstanbul’dan Bayburt’a doğru tek başına gidiyormuş. Osmancık civarında motorunun (2004-2006 arası BMW F650 GS) debriyajı bozulmuş. Orada sora sora bulduğu motosiklet tamircisinde hiç kullanılmamış, yepyeni komple debriyaj seti bulmuş ve taktırmış, orada konaklayıp sonra yola devam etmiş. 18 yıllık motorun hiç kullanılmamış debriyajını anadolunun ilçesinde bulabilmek büyük şans. Umarım ben de bu gezi boyunca onun kadar şanslı olabilirim.
Yola devam ediyorum ancak, sıcak; çekilecek gibi değil. Motorum küçük ve hava soğutmalı. Yani yolda giderken rüzgarın insafına kalıyor. Rüzgar sıcaksa da kendisi yolda kalıyor 🙂 Yol boyunca genelde 34 plakalı ve su soğutmalı motorlar (en çok da scooter) yanımdan hızla vızz vızz geçiyorlar. Hızlı değilim, motoru çok zorlamamam gerek. 90 km/s iyi. Bu sıcakta su içmek ve motorumu dinlendirip soğutmak için zaman zaman 50 kilometrede bir mola veriyorum.
Yol güzel, virajlar açık, zemin iyi. Tam tempolu viraj dönmelik. (Benim motorla o virajlarda bu hızlarla 0,0001 derece yatış açısı dönmek için yeterli oluyor. Bilmeyenler için; motorla virajı ne kadar hızlı dönerseniz, o kadar çok yatırmanız gerekir)
Bir molada İstanbul’dan Şebinkarahisar’a bayram tatili için giden bir aileyle karşılaşıyorum. İsimlerini hatırlayamasam da ikramları için kendilerine burada tekrar teşekkür etmek isterim.
Başka bir molada yanımdan tarrrrrrr diye çok hızlı, kırmızı, yolculu bir motor geçti. Modelini bile anlayamadım. Ben tır tır yoluma devam ederken ileride sağa çekmiş olduğunu gördüm. Sürücü ve yolcu asfaltta ileri geri yürüyorlar. Bu arada tarrrrrrr sesinin sahibi motor; Ducati Multistrada ilk seriymiş. Sorunun ne olduğunu öğrenmek ve yapabileceğim bir şey olup olmadığını sormak için durdum. Bu sıcaklarda iki yan çantalı ve kısa performans egzozlu multi; çamurluk ve plakalığı eritmiş, plaka da yolda düşmüş, onu arıyorlar. Neyse ki yürüyeninde sorun yok 🙂 Şimdiye kadar hiç böyle bir şeyle karşılaşmamıştım. Onlar araya dursun, ben yoluma devam ediyorum. Kavurucu sıcakta zaten yavaş gidiyorum, bari manzaranın keyfini çıkarayım değil mi?
Gerçi manzara da hep aynı, sarı. Ancak Koyulhisar civarında arazide bir değişiklik gözüme çarpıyor.
Hemen şurada duruyorum.
Bu tarafta geldiğim yol görünüyor ama kaydadeğer bir şey yok. Ancak diğer tarafta çok ilginç bulduğum bir şey var. Fotoğrafı çekmek için biraz yürümek ve tırmanmak gerekti. Biraz toz toprakla kaplandım. Fotoğrafta istediğim gibi gösteremedim ama bu kadar çok sayıda sarı, kızıl, ve kahve tonlarını (bir miktar da yeşil ile) bir arada hiç görmemiştim.
Sıcakta ilerlerken sonu gelmeyen bir yokuşla karşı karşıya kaldım. Yokuş çıkıyorum ama bu sefer hiç inmiyorum. İç Anadoludan Doğu Anadoluya geçiyorum ve rakım genel olarak yükseliyor. Hava yavaşça serinlemeye başladı. Suşehri ve sonrasında Refahiye’ye ulaşıyorum. Burada anayoldan ayrılıp güneye; İliç ve Kemaliye rotasına dönüyorum. Kemaliye’ye son 110 kilometre. Ancak haritada oldukça dağlık görünüyordu.
Doğu Anadoluya giriş yaptığımı burada hissettim. Mercan (Munzur) dağlarına doğru ilerlemeye başlıyorum. Yol çalışması var; asfalt toprağa dönüştü. V15 buralarda kendini evinde hissediyor. Himalayaların tozunu yutmuş ne de olsa. Toprakta çok rahatım zaten kısa sürede yerini asfalta bırakıyor. Arpayazıbeli (1880m), Sünebeli (1800m), Bağıştaş (1200m) ve Çimento (1270m) geçitlerinden geçiyorum. Bu gezide bu irtifalarda bulunmadım daha önce. İşte Türkiye’nin çatısı diye ilkokulda bize öğretilen Doğu Anadolu. Yolda ilk defa Fırat nehri ile karşılaşıyorum. Kendisiyle daha sonra da karşılaşacağız.
Vadilerden dağlardan ilerleye ilerleye Kemaliye’ye ulaşıyorum. Çoğu çok sıcak havada geçen günün rotası şu şekildeydi.
Kemaliye’de otele yerleşip üst baş değişiminden sonra hava kararmadan kalan sürede ilçeyi keşfe koyuldum. Kemaliye; Munzur dağlarının arasında, Fırat Nehrine bakan dik bir vadinin yamacına kurulmuş. Burası dağlardan vadiye doğru akan derelerin, yer yer tarihi binaların bulunduğu, yeşili bol şirin, turistik bir ilçe. Meşhur taş yola çok yakın. Gezerken fotoğraf çekmeyi ihmal etmedim:
Akşam otelde konaklayan ve yaklaşık 15 gündür yöreyi bisikleti ile gezen bir bisikletçi ile sohbet ettim. Kendisi benim gideceğim yönden gelmiş, söylediğine göre kilometrelerce yokuş çıkıp tepede iki tarafta birden vadileri görüp tekrar uzun inişler yaptığını ve bunu bir kaç kez tekrar ettiğini söylüyor. İyice meraklandım. Yarın o tarafa doğru ilerleyeceğim ancak öncesinde gezinin öznesi olan taş yolda motosiklet kullanmak var. Samsun’dan sonra uzun, sıcak, sonra da sarp koşullarda motosiklet kullandıktan sonra gece; Kemaliye’de deliksiz uyku ile geçiyor. Sabah erkenden kahvaltı sonrası meşhur Taşyola doğru rotayı çeviriyorum.
Taşyol (Karanlık Kanyon) Kemaliye’ye yaklaşık 7 km mesafede, Fırat nehrinin oluşturduğu vadinin daha yukarısında. Yolun inşası 1870’de başlayıp 2002’de bitmiş; 132 yıl!!! Kısa bir sürüş ile Taşyola varıyorum. Yol dik bir vadi yamacında, bir tarafında çoğunlukla uçurum var ve çok sayıda tünellerden oluşuyor. Başta zemin düzgün.
Kısa kısa tüneller başlıyor.
Neyse ki tüneller kısa oluğu için ucu görünüyor.
İlginç bir şekilde bazı tünellerde vadiye bakan pencereler var. Durup bakmaktan kendinizi alamıyorsunuz…
Bazı tünellerde ise vadiye bakan pencereler tünelde aydınlık ve karanlık alanların peşi sıra birbirini takip edip ışık oyunları yapmasına neden oluyor.
Işık oyunları yapan tüneller, bir süre sonra ışıktan vazgeçip, sadece oyun yapmaya başlıyor. Uzun bir tünele geliyorum, zemin bozuk. İleriden ve geriden hiç ışık sızmıyor. Tahminimce bir kilometreden uzun bir tünel. Bana uzun gelen bir süre, zifiri karanlığı yaran tek ışığın ön farım olduğu halde gidiyorum. Yol uzadıkça uzadı, hafiften tırsmaya başladım 🙂
Neyse ki bu uzun tüneli geçip yine vadi manzarası ve sonrasında da pencereli aydınlık tüneller ile yoluma devam ediyorum.
Vadi artık daha sığ, yamaçlar daha düz.
Yol bir süre sonra cazibesini kaybedip manzarasız, taşlık ve toprak bir yol haline geliyor. Bu yol beni İliç-Divriği istikametine çıkaracak ancak, ben tam tersi yöne devam edeceğim için Taşyoldan geri dönecek, ve yoluma oradan devam edeceğim.
Taşyoldan ikinci kez geçip, ters istikamette dönerken; aynı manzara farklı açıdan farklı güzellikler sunuyor. Durup bakmadan, fotoğraf çekmeden olmaz.
Az önce geçtiğim uzuuun tünelin ağzında fotoğraf çekmek için duruyorum. Tam şu fotoğrafı çekerken;
Tünelden içinde 4 kişi olan bir araba çıkageliyor. Sürücü yanıma yaklaşıp soruyor:
– Hemşerim bu yol nereye çıkıyor
– Ben de pek bilmiyorum, buraların yabancısıyım
– Nerden geldin?
– Bursa’dan
– (motoru gösterip) Bunla!!!
E bunla tabi. Niye laf ediyorsun ki motoruma. Ta nerelerden beri taşıyor beni sırtında, gık demedi. Neyse, yoluma devam edeyim; iki tekerin küçüğü büyüğü olmaz ki hem 🙁
Uzuuun tünelden tekrar geçip
Pencereden Fırat nehrine bakıp
Vadi, nehir ve tünellerin manzarasının keyfini çıkarıp
Başta geçtiğim derin yarlardan tekrar geçerek Kemaliye Taşyol gezimi tamamlıyorum.
Taşyol sonrası ilk hedefim Apçağa köyü. Hani bir şarkı vardır “Orda bir köy var uzakta” diye başlayan. İşte o şiiri yazan şair Ahmet Kutsi Tecer’in memleketi Apçağa. Yani o uzakta olan, gitmediğimiz köye gideceğim. Köy Kemaliye’ye 5km mesafede. Kısa bir yolculuk sonrası Apçağa’dayım. Küçük bir “Çarşı Meydanı” olan şirin bir köy.
Apçağa’dan ayrıldıktan sonraki hedefim Çemişgezek. Bir süre Fırat nehri boyunca ilerlerken vadi derinliğini kaybediyor. Nehir daha sığ ve geniş akmaya başlıyor.
Hemen sonrasında Fırat nehrinin karşı kıyısına merhum Vali Recep Yazıcıoğlu Köprüsü’nden geçiyorum. Köprüden Fırat nehri böyle…
Köprüden karşı kıyıya geçtikten sonra; tırmanış başlıyor. Burası Yılan Dağları. Yamaçlar sarp olduğundan yukarı doğru zigzaglar çizerek tırmanıyorsunuz. Yol çok dik, çok keskin firkete virajlar var. Vites üçe nadiren çıkıyor. Bisikletçinin dediğini şimdi çok daha iyi anlıyorum. Tırmanışla birlikte manzaraya daha hakim olunuyor.
Bu seferki tırmanış nihayet bitiyor. Dağ sırasının sırt kısmındayım ve iki tarafımda da vadi var. Bisikletçinin dediği yer burası olmalı. Buraya pedalla tırmanmak da ayrı bir mücadele. Bisikletçilere helal olsun. Aşağıdaki iki fotoğraf dağ sırtındaki yolun iki tarafından çekildi; iki taraf da vadi…
Sırttan devam ediyorum. Yamaçlarda yine kıvrıla kıvrıla ilerliyor yol. Virajlar ve rampada değişiklik yok. Bir kaç kez tepelere tırmanış, vadiye iniş ve köprüden karşı kıyıya geçiş. Bu gezinin en yavaş kısmı burası. Fırat’ın ne kadar zor coğrafyalardan ilerlediğine tanıklık ediyorum.
Arada güzel detaylar da mevcut.
Bu şekilde devam ediyorken Fırat ile -şimdilik- yollarımız ayrılıyor.
Yolun bundan sonraki kısmının eğimi ve virajları nisbeten daha az. Daha rahat ve hızlı ilerlenebiliyor. Çemişgezek’e yaklaşırken, motordan tangır tungur sesler gelmeye başladı. Başımıza gelecek mi var yoksa?
Kemaliye Çemişgezek arası yol benim için epeyce yorucu oldu. sarp yamaçlar, keskin virajlar, sıcaklık, küçük viteste yavaş gitme mecburiyeti beni yordu. Apçağa sonrası Çemişgezek’e kadar nerdeyse hiç taşıt ile karşılaşmadım. Burada başıma bir iş gelse herhalde uzun süre kimsenin haberi olmayacaktı. Ne var ki gezinin en çok keyif aldığım kısımlarından biri de burasıydı.
Bu coğrafyayı daha iyi anlayabilmek için bölgenin üç boyutlu haritasına bakabilirsiniz. Altta, saat 6 hizasında Kemaliye var. Üstte saat 11 hizasındaki sarı okun bulunduğu yer Çemişgezek. Daha ileride Keban barajı. Gördüğünüz dağları ve vadileri aşarak gitmek gerekti. Bu gezide pek çok geçit geçtim ama sadece bu kısımda, tüm diğer yerlerden daha çok geçit geçmiş gibi hissettim.
İlkokulda Doğu Anadolu için neden çatı tabirinin kullanıldığını burada anladım. Erzincan’dan Tunceli’ye geçiş yaptım. Daha önce hiç gitmediğim Tunceli ili sınırları içinde ilginç tecrübelerim oldu.
Gezimize dönelim, Çemişgezek’e motoru tangırdata tangırdata girdim. Burası da bir vadide kurulu yaklaşık 7500 nüfuslu küçük bir ilçe. Önce yorgunluğumu atmak ve kaybettiğim suyu yerine koymak için merkezde bir markete giriyorum. Üstümde sinekler yapışmış motosiklet kıyafetleri ile yorgunluktan dağılmış haldeyim. Marketteki -sahibi olduğunu düşündüğüm- kişinin “Buyrun efendim ne istemiştiniz?” şeklindeki sorusuyla şaşırdım. Kendisini şöyle bir süzdüm; ütülü kısa kollu gömlek ve kumaş pantolon, kundura, kemer ve çerçevesiz numaralı gözlüğü ile çok şık bir beyefendi, saygın. Aklımda motorun arızası olduğundan kendisiyle sohbet edemediğime pişmanım. Buralarda motosiklet tamircisi olup olmadığını sordum, hemen yakında bir yeri tarif etti. Kendime geldikten sonra tamirciye gittim.
Oradaki genç de epeyce kibar ve yardımcıydı. Motora baktık, sorunun egzozu motor bloğuna bağlayan iki somundan birinin tamamen çıktığı, diğerinin de çıkmak üzere olduğu, bütün egzozu sadece bir somunun tuttuğunu, egzozun serbestçe sallandığını ve seslerin o yüzden geldiğini anladık. Neyse ki ciddi bir şey değilmiş. Aslında Samsun’da yola çıkmadan önce vidaların hepsini kontrol etmiştim ama Kemaliye’de Taşyol heyecanı ile kontrol etmedim. O benim kusurum oldu. Hem Taşyolun bozuk zemini, hem uzun süre küçük viteste ilerlemem ve bir önceki gün de bunaltıcı sıcakta gittiğim 500 kilometrelik Samsun – Kemaliye rotası gevşemeye neden olmuş olmalı. Uygun somun bulmak kolay olmadı ancak tamirci sorunu giderdi. Israrlarıma rağmen ücret de almadı. Sağolsun varolsun.
Buradaki işlerimi bitirdikten sonra rotayı sıradaki hedefim olan Ovacık yakınlarındaki Munzur gözelerine çeviriyorum. Bir süre Fırat nehri üzerine kurulan Keban barajı manzarasıyla ilerledikten sonra yönümü kuzeye doğru çeviriyorum. Yol, öncesine göre nisbeten düz ve yaylalar arasında ilerliyor. Önceki ıssızlık burada azalıyor. Çevrede tek tük yapılar ve çok sayıda ağıl mevcut ancak fazla hayvan görmedim.
Ovacık’a yaklaştıkça virajlar az da olsa artıyor, rakım yükseliyor. ve yapılaşma artıyor. Artık yollarda daha çok araç var. Böyle olunca daha güvende hissediyor insan kendini.
Yukarıdaki fotoğrafta en arkada gördüğünüz Munzur Dağlarının hemen öncesinde ova(cık) var. Tepeleri aşıp ovaya inince, buradaki arıcıların ballarının neden bu kadar leziz olduğunu anlıyorsunuz. Geniş çayırlık bir ova ve ortasından Munzur nehri geçiyor. Ben de nehrin kaynaklandığı yeri bulmak üzere ova içerisinde batıya doğru ilerleyip Munzur gözelerine ulaşıyorum. Burası turistik. Araç parkı sonrasında nehir boyu yürüyüş yolları ve tesisler bulunuyor. Burada Alevilerin kutsal bir mekanı olan “Sırlanma Mekanı” mevcut.
Sırlanma mekanı sonrası nehir kenarından ilerleyip nehrin yer altından kaynaklandığı gözelere ulaşıyorsunuz.
Burada bulunan tesisler dinlenmek ve yemek için uygun. Bayram tatili nedeniyle olan kalabalık haricinde çok keyifli ve Munzur nehri kenarında dinlenme imkanı tanıyor. Gözeler sonrası yeni hedefim olan Tunceli’de gece konaklamayı planlıyorum.
Munzur dağlarının güneyinde, ova içinden ve Ovacıktan geçtikten sonra zaten bayram tatili nedeniyle kalabalık olan trafik iyice duruyor. Sebebini çok geçmeden görebiliyorum. Yolun karşısına geçen bir sığır sürüsü var. Ardından gördüğüm ise çok daha ilginç. Sürünün arkasında kovboy şapkalı, bermudalı ellerinde uzun değnekler olan iki genç kadın çoban sürüyü güdüyor. Türkiye’nin başka yerinde benzer görüntüyle karşılaşmam çok zor olsa gerek. Keşke fotoğraflarını çekme imkanım olsaydı.
Yol daha sonra bir vadiye giriyor. Munzur vadisi. Burası çevresi yeşil, ortasından akan Munzur Nehrinin kenarında; güzel, virajlı yolları olan bir vadi. Malesef bayram tatili nedeniyle olan kalabalık trafikte de var. Buranın ne yolundan ve manzarasından istediğim verimi alabiliyorum.
Munzur vadisi sonrası Tunceli’deyim. Bu şehir iki kısımdan oluşuyor. Yukarıdaki eski şehir ve daha aşağıda, Uzunçayır barajının kıyısına kurulmuş daha yeni şehir. Tunceli halkını çok ilginç buldum. Sanki bir kuzey ege şehrindeyim. Halk oldukça modern, rahat, medeni. Otel aramak ve alışveriş için bir kaç yere gidiyorum; konuştuğum herkes, benzincideki pompacı dahil çok kibar ve yardımsever. Malesef yine bayram tatili nedeniyle oteller dolu. Bu şehirde daha fazla vakit geçirmek isterdim. Ne yazık ki rotayı Elazığ’a çevirmekten başka çare kalmıyor.
Tunceli’yi ve medeni halkını unutmayacağım. Gezi dönüşü yaptığım araştırma sonrası “yaşam endeksi” ve “eğitim endeksi” parametrelerinde Tunceli’nin birinciliği olduğunu öğreniyorum. Boşuna değilmiş.
Tunceli Elazığ yolu geniş ve zemin düzgün. Epeydir böyle bir yolda sürmedim. Biraz da keyfini çıkara çıkara ilerliyorum. Tunceli ve Elazığ illeri sınırını Keban Barajı oluşturuyor. Karayolunu kesen barajda ulaşım feribot ile sağlanıyor. Akşam oldu. Feribot iskelesine ulaşıyorum. Karşıya geçip Elazığ’da otel bakınacağım.
Bir anda; feribot iskelesine ulaşmadan, yaklaşık 15 saniye önce görüp, algılayamadığım otel yazısı gözümün önüne geliyor. Hemen 500 metre geri gidiyorum. Burada bir termal otel var! Ayrıca bungalovları mevcut ve kapının önüne kadar motosikletle gidilebiliyor. Hem de göl manzaralı. Odayı gördükten sonra ışık hızı ile yerleştim.
Yerleşme sonrası -kaydıraklı- termal havuza girmek için otel kısmına gidiyorum. Bu gezide yüzme planlamadığım için mayom yok. Neyse ki otel yönetiminin sağladığı ekonomik mayolardan alıp soluğu havuzda alıyorum. Kemaliye, Taşyol, Apçağa, Çemişgezek, Ovacık, Tunceli… Bu gün çok yorucu oldu. Tunceli’de konaklamayı istemiştim ancak bu şartlarda yorgunluk atmak için daha iyi bir yer düşünemiyorum. Havuz faslı sonrasında odaya geçince harika iki manzara beni karşılıyor. Bir tarafta gün batımı, bir tarafta ay doğumu… Daha ne ister ki insan?
Bu gün mesafe olarak az ancak zorlu yollar katettim. Güzel yanı, monotonluktan uzak, sürprizlerle ve yardımsever insanlarla doluydu.
O kadar yorgunluk ve termal suda geçirilen vakit sonrası deliksiz bir uyku kaçınılmazdı. Sabah hızlı bir kahvaltı sonrası otelden ayrılıp ilerideki feribot iskelesine geçiyorum. Bir süre bekledikten sonra feribota biniyorum. Araçlar feribota geri geri park ediyor.
Keban barajında feribotla ilerlerken Manzara güzel, bir süre sonra baraj ortasında kalan tarihi Pertek kalesi açıklarındayız.
Feribottan inip bir süre daha -ve son olarak- Keban barajı kıyılarında ilerledikten sonra kısa sürede Elazığ’a varıyorum. Elazığ’a 20 yıldan fazladır gitmiyorum. Son gittiğimde şehirde tek bir merkezi cadde mevcuttu. O zamandan beri şehir çok gelişmiş, büyümüş. Hiç durmadan Malatya’ya doğru devam ediyorum. Yollar artık çok daha geniş, asfalt daha düzgün. Eskiden Elazığ Malatya yolunda Kömürhan geçidinden geçilirdi. Geçidin olduğu kısma tünel yapılmış. Tünelden geçerken bir iki kare çekmeden edemedim.
Tünel sonrası Kömürhan köprüsü ile Karakaya barajını geçiyorum. Bu baraj da Fırat nehrinde kurulu. Bu gezide Fırat’ın kollarından biri olan Munzur’un yeraltından çıktığı yeri, yine Fırat’ın Kemaliye’de; yüksek dağlar arasında, Karanlık Kanyon’da ilerleyişini ve yoluna kurulan barajlardan ikisini görme fırsatım oldu. Güzel oldu. Çok geçmeden Malatya’ya yaklaşıyorum. Malatya’ya girmeden önce bir süre çalıştığım ve neredeyse 20 yıldır görmediğim hastanenin önünden geçerken bir kare de orada çektim.
Malatya da son gördüğümden sonra çok gelişmiş ve büyümüş. Şehre troleybüs hatları kurulmuş. (Malesef bu şehrimiz 6 şubat 2023 depremlerinde çok hasar gördü, insanlarımız vefat etti, yaralandı, evlerinden oldu) Fazla vakit kaybetmeden Kayseri’ye doğru devam ediyorum. Malatya Darende arasında eskiden yaklaşık 100 km boyunca sert virajlı yollar mevcuttu. Zamanında oralardan gidip gelirken arabamın akis rotillerini -biraz da hızlı- viraj dönmekten 15 bin kilometrede bir değiştirirdim. İşin teknik kısmını bilenler bu dediğimin ne anlama geldiğini daha iyi anlayacaklardır. Şimdi buralara bir kaç tane viyadük yapılmış ve çoğu virajlı kısma uğranmadan düz gidiliyor. Yolun bu kısmında Karahan geçidinden (1800m) geçilip Darende’ye ulaşılıyor. Sonrasında dikliği azalsa da arazi vadilerle bölünmeye devam ediyor.
Yol daha geniş, bölünmüş ve düz. İlginç bir şekilde fazla trafik yok. Mazıkıran (1801m) ve Ziyarettepesi geçidi (1928m) geçilirken uzun rampalar beni de motosikletimi de zorluyor haliyle. Yolda ilginçlikler de yok değil.
Yolun bundan sonrasında Uzunyayla Platosu başlıyor. Uzunyayla adı gibi gerçekten de uzun ve ıssız. Rakım yüksek olduğu, kışın çok kar yağdığı ve yolu tespit edip açabilmek için yol kenarlarına dikilen uzun kar direkleri var. Geçmişte arabayla gece buradan geçerken 1 saat yapay ışık görmediğim olmuştur. O karanlıkta durup, yıldızları ve samanyolunu izlemenin keyfini hala unutamam.
Burada tarım arazileri bol. Hasat yapılmış.
Kayseri’ye yaklaşırken Kamber geçidini (1540m) aşıyorum. Rakım azalıyor, saat ilerliyor. Bayram tatili olduğu için yer bulmak yine sorun. Niğde’de yer bulma şansımın daha yüksek olabileceğini düşünüp Kayseri’den sonra rotayı oyalanmadan Niğde’ye çeviriyorum. Araplı geçidini (1400m) aşarken güneş de batıyor.
Niğde’ye karanlıkta ulaşıyorum. Birkaç telefon görüşmesi sonrasında Niğde’ye 10 km mesafedeki Bor ilçesi öğretmenevinde yer olduğunu öğreniyorum. Bu fırsat kaçmaz! Doğru Bor’un pazarına. Kısa sürede ulaştığım öğretmenevine hemen yerleşiyorum. Burası oldukça konforlu.
Bu gün 600 kilometreden fazla yol gittim. Bir önceki güne göre monotondu diyebilirim. Doğu Anadolu bölgesinden İç Anadolu bölgesine geçtim. Uzun yokuşlar yorucuydu. Sağlam bir uykuyu hak ettik. Yarın sırada başka bir bölge var.
Sabah erkenden Bor’dan yola çıkıyorum. Hedef; Akdeniz bölgesi. Ancak bilindik sahil kesiminden ziyade daha önce görmediğim, Toros dağlarının kuzey yamaçları boyunca, İç Anadolu bölgesine komşu kısımlara gitmek istiyorum. Önce Ereğli’ye doğru sürüyorum. Buralarda arazi genel olarak düz, yollarda viraj az. Ereğli’ye kadar bir kaç yerde rampa -ve Kolsuz geçidi (1490m)- var. Ereğli sonrası ise ova. Kilometrelerce uzanan tarım arazileri. İlginç pek bir şey yok, genel olarak sıkıcı bir yol. Karaman’a doğru ilerlerken; yola yakın, buralarda görmeyi beklemediğim, yanyana 3 harf gördüm. Karşı taraf şu şekilde:
Harfler de bunlar:
İroni midir, dilek midir plan mıdır anlamadım ama manzara bu ve burası Orman Genel Müdürlüğü’nün (OGM) çalışma alanı, sanki, de… Ortalıkta ağaç yok. Sadece tabeladan oluşan hatıra ormanları gibi.
OGM’nün iyi çalıştığını, yaygın bir şekilde ağaçlandırma çalışması yaptığını ve ülkemizde son birkaç on yılda yeşil alan yüzdesini arttırdığını biliyorum. Yine de bu tabela burada biraz garip olmuş.
Neyse, hayali ormanı geride bırakıp Karaman’a doğru ilerliyorum. Arazi ve yol düz. Karaman’a yaklaştıkça seyrek de olsa çam ağaçları ile karşılaşıyorum, nizami bir şekilde dikilmiş. Karaman çıkışındaysa (Mut istikametine doğru) yoğun ve gür çam ağaçları gördüm. Buralar başarılı bir şekilde ağaçlandırılmış. OGM çalışmış. Tek sorun tabelayı biraz erken koymuşlar.
Güneye ilerledikçe Toroslar’a yaklaşıldığı belli oluyor. Arazi yükseliyor, yollar eğimlenip virajlanmaya başlıyor. Yükselip Sertavul geçidini (1650m) aşıyorum. Buralar iyice dağlık oldu. Hedefim Ermenek.
Bu arada ilginçtir; Karaman’a bağlı Ermenek’e giderken önce Mersin sınırlarına giriyor, Mut’a uğruyor; sonra tekrar Karaman iline bağlı Ermenek’e geçiyorsunuz. Yani ilin ilçesine; dar ve dağlardan geçen köy yollarını saymazsak başka bir ilden geçilerek gidiliyor. Mut’ta kısa bir mola sonrası Toroslar’ın içine doğru devam ediyorum.
Yol üzerinde kahverengi tabelada Yerköprü milli parkı ve şelalesi yazıyor. Fırsat bu fırsat hemen dalıyorum. Giderken Ermenek çayının aktığı vadi boyunca ilerleniyor.
Milli parkın girişindeki görevli araçtan indikten sonra 40 dakikalık yürüme mesafesi olduğunu söylüyor. Bu benim için gittisi geldisi fotoğrafı derken 2 saatten fazla demek. Malesef zaman kısıtından dolayı girmeden geri dönüyorum. Sonradan fotoğraflarını gördüğüm şelaleye, gitmediğime çok pişman oldum. Bir daha yolum düşerse mutlaka gideceğim ve bahar aylarına denk getirmeye çalışacağım. Milli parktan uzaklaşıp Ermenek’e doğru ilerlerken aşağıdaki turkuaz renkli Gezende barajını görüyorum.
Şu renge bakar mısınız?
Ermenek’e doğru sonu gelmeyen yokuş yapmışlar. Kilometrelerce bitmeyen, dağ sırtlarında, çok keskin olmayan virajlarla yokuş. Bitmiyor. Gerze yolu gibi ama daha uzun. Körkuyubeli (1360m) sonrası nihayet 1300 metre rakımlı Ermenek’e ulaşıyorum. Bu kadar yükseğe yerleşmeye ne gerek var arkadaş? Ermenek; ismini verdiği baraj gölüne hakim yamaçta kurulu, küçük ve sevimli bir ilçe. Ermenek çayının genelindeki turkuaz renk gölde de hakim. İzlemesi keyifli ancak fazla zaman yok. Kısa bir yemek molası sonrası saat 16:30 gibi yola koyuluyorum.
Ülkemizde genel olarak konuşmak gerekirse; illeri birbirine bağlayan, bir ilçeyi kendi iline bağlayan yollar daha düzgün ve daha geniş. Bir ilçeyi başka bir ilin ilçesine bağlayan yollar ise genelde daha dar ve bakımsız oluyor. Burada da bu genelleme geçerli. Ermenek’ten sonra, Konya ili sınırlarına ilerleyen yol; dar, bakımsız ve bol virajlı. Zaten pek hızlı gitmediğim için sorun değil, ayrıca manzara güzel. Dağların ve vadilerin arasında; Faşikan (1850m) ve Geynebeli geçidi (1590m) ile Göksu nehri üzerine kurulu Bozkır barajından geçiliyor.
Baraj sonrasında saat 19’a doğru Kadıbeli geçidine (1390m) ulaştığımda; havada kara bulutlar görmeye başladım. Yağmura mı yakalanacağız?
Rakım azalırken karşıda Suğla Gölü beliriyor. Bulutlar da seyrelmeye başladı bu arada.
Seydişehir’e yaklaşırken güneş kendini iyice göstermeye başladı. Yağmurdan kurtulduk galiba.
Buralarda ilerlemek kolay. Ova içerisinden kolayca geceyi konaklamayı planladığım Beyşehir’e ulaşıyorum.
Bu günkü rota 600 kilometreden fazlaydı. Başları çok sıkıcı düzlüklerde geçse de güney ve batı kesimleri çok keyifliydi. Dağlar boyunca uzun yokuşlar ve yüksek geçitler vardı, tekrar gitmek isterim. Bulduğum ilk otele kendimi atıp güneşin kalan son ışıklarında ilçeyi ve gölü keşfe çıkıyorum.
Beyşehir turistik bir yere benziyor. Benziyor diyorum çünkü dışarıdan gelen çok insan olduğu belli, kalabalık. Ancak bir İç Anadolu kentinin özelliklerini de taşıyor. Doğru sahile indim.
Çok sayıda deniz bisikleti var.
Tur tekneleri de göle açılıyor.
Alacakaranlık, gölü ve sahili daha da güzelleştiriyor.
Hava karardıktan sonra bir süre daha yürüyüp otele dönüyorum. Yarın gezimin son günü. Rotamın büyük çoğunluğunu sadece Bursa’ya dönmek için geçeceğim bildiğim yollar oluşturuyor. Sabah Beyşehir’i terk etmeden önce buradaki tarihi Eşrefoğlu camiini görmek istedim.
1299 yılında Eşrefoğulları Beyliği döneminde tamamlanmış bu cami; Anadolu’daki ahşap direkli camilerin en büyüğüymüş. Giriş kapısı mavi-turkuaz renkli süslemeli.
İçeride de benzer renkler hakim. Mavi halı üzerine ahşap sütunların oluşturduğu kontrast çok güzel.
1965 yılına kadar caminin ortasında bulunan havuzun üstündeki çatı kısmı açıkmış. Yağan kar sularının ortadaki havuza akması sağlanır, ahşap sütunların kuruyup çatlaması bu şekilde engellenirmiş.
Cami gezisini bitirip yola çıkıyorum. Buraya yakın, görmek istediğim bir yer daha var. Beyşehir merkeze yaklaşık 20 km uzaklıkta Eflatunpınar olarak bilinen Hitit kutsal su anıtı. Milattan önce 1300 yıllarında yapılmış. Burası suyu toplayıp, gerektiği zaman dağıtmak için yapılmış bir havuz, kaynak suyunu havuza taşıyan kanal sistemi, havuz kenarında Hitit tanrı ve tanrıça figürleri ve hayvan kabartmaları ile bezeli anıtlardan oluşan bir kompleks. Burası Eflatun’dan (Platon) 1000 sene öncesi yapılmış; bir rivayete göre Platon burada kalmış. Toprak üzerine yapılan bilinen en eski havuzmuş.
Adamlar 3300 sene önce suyu toplayıp gerektiğinde kullanabilmek için rezervuar (ya da baraj) yapmış. Bin tondan fazla taşı 5 kilometre taşımış. Vay arkadaş…
Su, haliyle yaşamı kendine çekmiş.
Şu arkadaş da iyi kamufle olmuş.
Eflatunpınar’ı geride bırakıp, dönüş yoluna geçiyorum. Yolda oyalanmadan eve dönmek için süreceğim.
Su anıtından çıkıp bir süre Beyşehir gölü paralelinde ilerledikten sonra yönümü kuzeybatıya, Sultan Dağlarına doğru çeviriyorum. Dik bir tırmanış sonrası Yellibel geçidine (1600m) ulaşıyorum. Bu noktadan sonra Akşehir’e doğru çok dik bir iniş ve sonrasında Bolvadin, Çoğun (Cuku – 1200m) boğazı Emirdağ üzerinden Ankara – Bursa yolu (E 90 – D 200).
Motosikletli gezilerde genelde ilçe merkezlerinde yemek yerim. Şimdiye kadar iki yerde memnun kalmadım. Biri Dinar, diğeri Çifteler. Arada bir yanılabiliyor insan işte.
Eskişehir ve sonrasında Bozüyük.
İnegöl öncesinde kısa far patlıyor. Çalışmayan kısa far seçilirse sorun yok ancak çalışan uzun far ayarında akü uyarısı yanıyor. Ben de yolda kalmamak için yolun son 75 kilometresini far yakmadan gidiyorum. Motosikletteki far güvenlik açısından gündüz de olsa yanar halde olmalı. Bunun haricinde başka bir sorun olmadan eve ulaşıyorum.
Efendim bu gezide tuttuğum kısa notlardan aktarmak istiyorum.
Gezi öncesi motorun kilometre saati 5052 km (5000 bakımı yaptırıp geziye çıktım) gezi sonunda 8656 km idi.
Gezi boyunca 29 defa il sınırı geçtim. (Bursa, Bilecik, Sakarya, Düzce, Bolu, Karabük, Kastamonu, Sinop, Samsun, Amasya, Tokat, Sivas, Erzincan, Tunceli, Elazığ, Malatya, Sivas, Kayseri, Niğde, Konya, Karaman, Mersin, Karaman, Konya, Isparta, Konya, Afyon, Eskişehir, Bilecik, Bursa)
Pek çok dağ arasında sayabildiğim kadarıyla 27 geçit aştım. Bunların bazısı çok zorluydu. Bazı geçitleri de kaçırmış olabilirim. Ayrıca Kastamonu, Erzincan ve Tunceli il sınırları içerisinde ismi bile olmayan çok sayıda geçit geçmişimdir. Küçük hacimli motosiklet ile geçitlerin, rampaların anlamı daha başka oluyor.
Bir günde gittiğim en uzun yol 1021 km, en kısa yol yaklaşık 315 km oldu. En uzun yolu ilk gün, en kısa yolu 3. gün (Erzincan ve Tunceli’de) sürdüm.
Seyir hızım düzlük ve inişlerde 90 km/s idi. Sollamalarda en fazla 100-105 civarına çıkmıştır. Yüzde 10 eğimli 10+ km lik rampalarda 3. vitese ve 60 km/s’a hızlara yavaşladığım oldu. 90 km/s ile gidince motor çok mutlu çalıştı, hiç zorlanmadı, gaz yüzde 60 civarı konumda oldu, yeterince rezerve gazım kaldı.
Gezi boyunca ortalama yakıt tüketimim 2,52 lt/100km oldu. En az tüketim 2,16 lt/100km, en çok tüketim 2,82 lt/100km oldu. En az tüketim, Kemaliye – Çemişgezek – Ovacık – Tunceli rotasında oldu, Bu rotada yavaş gidilen yol çoktu. En fazla tüketim Samsun Suşehri arası oldu. Çoğu anayoldan oluşan bu yolda bitmek bilmeyen yokuşlar vardı. İki benzin ikmali arası en uzun 700!!! km gittim, kırmızı ışık yanıyordu, belki daha giderdi ama daha fazla zorlamadım.
Gezide genel olarak bir arıza çıkmadı. Gevşeyen vidalar ve ampul patlaması dışında sorun yaşamadım ancak daha sonra ampuldeki sorunun statör kaynaklı olduğu tespit edildi ve parça garanti kapsamında değiştirildi. Motor hiç yağ eksiltmedi. Genel olarak 500 km de bir zincir yağlayıp depoyu doldurdum.
Motosiklette takılı gelen OEM naylon Eurogrip lasikler kuru asfaltta da toprak ve taşlık zeminde de ilginç şekilde çok iyi tutuş sergilediler. Bazı yerlerde zorlasam da hiç kaymadım.
Motosikletten genel olarak; özellikle de konfor, tork, tüketim ve menzil anlamında çok memnun kaldım. Geziden 8 ay sonra motoru sattım ama kendisini hala özlüyorum.
Bu gezi yazısı biraz da coğrafya ders kitabı gibi oldu sanırım. Pek başarılı olmadığım coğrafya dersini; özellikle bu gezide yaşayarak biraz öğrendim. Haritada birer isimden ibaret olan dağlar, nehirler, göller anlam kazandı zihnimde. Bundan dolayı, geçtiğim dağların, geçitlerin, göllerin, nehirlerin isimlerini daha önce hiç yapmadığım şekilde detaylı olarak belirtmeye çalıştım. Siz de benimle gezmiş gibi olun kitap ve haritalardaki isimlerin birer anlamı olduğunu benimle hissedin istedim.
Bu arada, bazen şöyle sorularla karşılaşıyorum:
– O kadar uzun yol tek başına gidilir mi?
– O kadar uzun yola bu kadar küçük hacimli motorla gidilir mi?
– Gittiğin yerlerde görülecek pek çok yeri görmeden mi geçtin?
– Oralara arabayla gitsene, motorla gitmeye ne gerek var?
Bazı hususları açıklığa kavuşturalım;
Gezilerimdeki amacım kültür gezisi olması değil, o yolda sürmek. Kültür gezisi için, üzerinizde günlük kıyafetleriniz olup motosiklet kıyafetini ekipmanını çıkarmakla, çıkardıklarınızı koyacak yer aramakla uğraşmamak gerek. Aracınızı kilitleyip park edip yanından uzaklaştığınızda; bir kamyonetin arkasına yükleyip götürülmeyeceğini bilerek, gözünüz arkada kalmadan, rahatça gezebilmelisiniz. Aynı zamanda bu yaptığım rotadaki yerleri hakkını vererek gezebilmek için yaklaşık bir ayı gözden çıkarmak gerekir.
Motosikletin büyük, küçük, hızlı veya yavaş olması da önemli değil. Önemli olan sizin beklentileriniz. Küçük hacimli motosikletten büyük performans beklerseniz, gezinizden keyif alamazsınız. Beklentilerinizi ona göre belirlemelisiniz. Gezilerdeki asli unsurlardan biri de mücadele. O yollarda giderken verdiğiniz mücadele, yolu değerli kılar. Bu blogda bir yerlerde Kurban Dağı macerası isimli bir yazı var. O gezide verilen mücadele, o yolları en eğlenceli ve değerli yollardan bir haline getirdi. Bu kadar uzun mesafeyi küçük ve güçsüz bir araçla seyahat, yolları benim için daha da değerli kıldı. Daha fazla konfor istenirse; arabayla en konforlu şekilde gidilebilir. Ayrıca geçmişte daha büyük motorun üstüme devrildiği ve tek başıma kalıp, jandarmayı aradığım bir gezi de var. Küçük motoru kaldırmak daha kolay.
Issız yerlerde tek başına, küçük motor her zaman avantajdır.
Aslında bu geziye tek başıma yapmayı planlamamıştım ancak geçmişte tek yaptığım çok gezi var. Birden fazla motorla yola çıkmak, yol arkadaşınızla uyumlu olduğunuzu varsayarsak avantajlıdır pek çok açıdan. En azından güvenli. Bir sorun olduğunda arkadaşınız müdahale edebilir, yardım getirebilir. Ne var ki tek olmak da mutlak özgürlük demek. İstediğin yere git, istediğin yerde kal, istediğin kadar kal, temponu belirle, istediğin kadar fotoğraf çek; gibi. İkisinin de kendine göre iyi yönleri var.
Sonuç olarak, bu “eziyete” değer mi?
Bir dağcı neden sarp kayalara riskli olduğu halde tırmanıyorsa, bir bisikletçi neden onlarca, yüzlerce kilometre yolda rampa yokuş demeden kas gücüyle gidiyorsa; aynı sebep.
Değer arkadaşım, değer!
Kalın sağlıcakla.