Karadeniz gezimizin üçüncü bölümüyle karşınızdayız. Gezimizin önceki bölümlerini
Karadeniz 2.0 – 1. Bölüm: Giriş
Karadeniz 2.0 – 2. Bölüm: Macera
bağlantılarından okuyabilirsiniz
Nerede kalmıştık? En son gece yatarken motoru yokuştan nasıl indireceğimizi düşünmüş sabah kahvaltıda ise tecrübeli gezginlerden birkaç öneri almıştık, tamam. Ha bir de Artvin’de bir gecelik yer ayırttık.
Eşyaların hepsi kuru şekilde iç valizlere konuldu. Bu arada motorun brandasını kaldırdık ve bütün gece süren yağmurda brandanın işe yaradığını gördük. Bir önceki gün yağmurdaki sürüşümüz sonrasında içine su alan yan çantaları da açtık ve kuruladık. Güzelce giyindik ve gece tam olarak göremediğimiz yolu yakından incelemeye koyulduk. Yol akşam düşündüğümüz gibi toprak/çamur/bitki değilmiş meğerse. Çakıl/bitki ve çok az çamur şeklindeymiş. Önceki gün başarmış olmanın (neyi başardıysak) edasıyla Özge’ye “sen de bin, birlikte inceceğiz” diyorum. Bu arada yağmur yağmıyor ama yerler ıslak hala. Arka fren ile tekeri kaydırarak inmek gerebileceğini düşünerek sürüş modunu off-road’a alıyorum. Tam yüklü ve iki kişi hoop, rahatça iniyoruz anayola. Ne kaydırma, ne bir şey. Zilkale’ye (kale) doğru ilerlerken, karanlıkta bize korkunç gelen doğanın aslında ne kadar güzel olduğunu farkettik. Taşların arasından çıkmış çimenlere de dikkat ede ede Zilkale’ye geldik. Giriş için cüzi bir ücret ödeniyor. Manzara müthiş. Buyrun…
Bu arada Özge’ye Ayder Yaylası’nı da göstermek istiyorum. İkibinsekiz yılındaki gezimde; burada çadırda kalmış ve çok eğlenmiştim. Çamlıheşin’den sağa dönüp bu sefer Ayder’e doğru tırmanmaya koyuluyoruz. Burasının yolu daha düzgün ancak bir o kadar da kalabalık. Nihayet Ayder Yaylası’na ulaşıyoruz. Her yer otel, pansiyon, restoran, -ahşap- bina ve en çok da taşıt. Her yer otomobil. Büyük şehirlerin trafiği buralara ulaşmış. Önceden Kavron yaylasına doğru olan boş kesimlerin hepsi dolmuş. Motorla inmeden epeyce yukarılara kadar çıkıyorum ve uygun bir yerde durup Özge’ye
-Nasıl, beğendin mi Ayder’i?
-Burası mı Ayder? Çabuk çabuk, dön gidelim geri…
O güzelim doğa, güzelim masumiyet, güzelim bakir yayla gitmiş, Didim’in, Fethiye’nin Karadeniz versiyonu gelmiş. Uzungöl’deki katliam burada da var. O kalabalığa, trafiğe, insana, binaya 5 dakika tahammül edemedik. Beklentilerimiz mi çoktu, buralar çok mu değişti, eskiyi mi unuttuk, bilemiyorum. Belki de önceki gece kaldığımız bakir doğaya çabuk alıştık. Fotoğraf bile çekmedik. Kalmamış ki… Motordan bile inmeden, üzgün üzgün geri döndük. Yazıklar olsun…
Bu arada yakın zamanda “Ayder Yaylası imara açılıyor” şeklinde bir habere denk geldim, daha nesi açılacak anlamıyorum, yayla falan kalmamış ki! Umarım doğru değildir ya da bu karardan dönülür. Yoksa gelecek nesillere ancak fotoğraflarını gösterebileceğiz.
Ayder’den sahile doğru inerken yolda bu tarihi köprüyü görüp birkaç fotoğraf çekiyoruz. Keyfimiz yerine gelir belki.
Ehh işte.
Ardeşen’de sahil yoluna ulaşıp doğuya doğru devam ettik. Yakıt dışında durmadan Hopa – Borçka – Artvin istikametinde ilerliyoruz. Hopa’ya doğru yerler ıslak ama yağmıyor. Hopa’dan sonra Cankurtaran Geçidi’ne doğru manzara daha da güzelleşiyor.
Artvin’e ulaşıp durmadan devam ederek Kafkasör Yaylası’na devam edip yer ayırttığımız otele ulaşıyoruz. Görevliler bizi karşılıyor, Kaplan’ımıza da güzel bir yer buluyorlar. Odaya geçtiğimizde hayret ettik.
Bu yazıda kaldığımız yerlerden sizlere fazla bahsetmemiş olmama rağmen Koliva Otelden bahsetmek istiyorum. Otel apart, her biri iki katlı binalarda altlı üsttlü bölümler var. Bölümler iki odayı (yatak odası ve salon) birbirine bağlayan koridorda mutfak ve Banyo kısmından oluşuyor. Yatak odası bildiğin ev, gardrop falan otel gibi değil, salon da öyle. Çekyatlar da var ama burada da en çok sevdiğimiz şey neydi biliyor musunuz? Buradaki odalara da ayakkabı ile girilmiyor, iki oda ev gibi rahat rahat geziyorsunuz. Ben bu konuda takıntılı mıyım nedir? Salon kısmına bağlı balkonun manzarası şu şekilde;
Burası da yine sıcak. Yemeği otelin restoranında yiyiyoruz, üşendik Artvin’e gitmeye. Kaç günün yorgunluğuyla mışıl mışıl bir uyku çekmeden önce Özgeyle şuna karar kıldık; burada bir gün kalmak yetmez…
Bu arada bu günkü rota şu şekilde:
Ertesi gün kendimize nispeten kısa bir rota belirliyoruz. Planları günübirlik yapıp Şavşat Karagöl’e gidip gelelim, yeter diyoruz. Bu arada eşyaları otelde bırakmamıza rağmen yine de yan çantaları boş olduğu halde motora takıyorum, ne olur ne olmaz, belki düşer. Bu şekilde yola çıkıp yayladan aşağı oradan Şavşat (Ardahan) yoluna geçiyoruz. Başta okçular deresi yanından geçiyoruz. Buralarda manzara çok hoşuma gitmiyor, İlginç şekilde çorak vadiler var. Yalnız Ardanuç yol ayrımından sonra önümüzdeki kamyonu sollamak isterken, arkada Özge, ikisi boş üçlü çanta seti olduğu halde Kaplan yine Kaplan’lığını yapıyor ve benden habersiz 4. viteste şaha kalkıyor. Ön tekerimiz havada. Neyse gazı kıs, hooop… Pfff… Yine yerde. Güvenli iniş yaptıktan sonra Özge’ye de gösteriyorum vites göstergesini. O da çok şaşırıyor.
Evet çok sevdim, aşık oldum, on gün içerisinde aldım, çok memnunum ancak ilk günden beri söylediğim bir şey var. Bir enduro motosiklet için (otomobillerdeki SUV gibi düşünün) 150 beygir çok fazla. Yani, mantıksız bu kadar güç. İnsanı kendine aşık ediyor belki ama çok dikkatli olmak lazım. Normalde böyle şeyler yapmam. Neyse ki motordaki bilmem kaç tane sensör motorun ön tekerinin kalkış açısını arka tekerlerğin öne göre dönüş hız farkını, motorun yatış açısını falan hesaplıyor da motorun kafamıza geçmesini otomatik olarak önlüyor. Bu sensörleri devre dışı bırakarak kullananlar gerçekten ya sürüşe çok hakim ya da fazlasıyla cesur sürücüler olmalılar. 150 nedir arkadaş…
Bu sıkıcı manzara Şavşat’a doğru kendini yeşile bırakıyor ve keyfimiz yeniden yerine geliyor. sekiz yıl önce olduğu gibi Şavşat Kalesi’nin solundan giriyoruz bir kaç yüz metre sonra sağa dönmek gerekiyor. Birazdan, o da ne… Yol çalışması var. Sağımızda Şavşat çayı. Karagöl tabelası bizi buraya getirdi de diğer yerler kuru olmasına rağmen burası balçık. Çok fena kayıyoruz. Motorun kıçı bir sağa bir sola kaya kaya gidiyoruz, yüreğim ağzımda. En son böyle bir yere girdiğimde başıma gelenleri biliyorum (burada). Lastikler yol lastiği olduğu için daha da tehlikeli. Neyse ki balçık yolu sorunsuz geçiyoruz. Öyle sanıyorum ki motrun çeşitli harf kombinasyonlarındaki elektronik sistemleri bu sefer bizi düşmekten koruyor (ABS ASR MSC vb.) Normalde burada düşmemiz gerekirdi…
Karagöle giden ve ana yoldan ayrılan iki yol var biri Şavşat Çayı’nın sağından, diğeri ise solundan gidiyor. Daha sonra ikisi birleşiyor. Bunu sonra fark ediyoruz tabi. Neyse yol yer yer bozuk ve dar da olsa asfalta döndü.
Köylerden, çayırlardan, otlaklardan, ormanlardan geçiyoruz da keyfimiz yerine geliyor. Buralar çok güzel…
İkibinsekizde buralara geldiğimde yol asfalt devam edip bir süre sonra toprağa dönüyordu, sonrasında Karagöl’e ulaşıyordunuz. Bu sefer hatırladığım gibi değil. Asfalt sonrası göle arnavut kaldırımı döşenmiş, yol düzelmiş. Göle geldiğimizde bu tür yolun tüm gölü çevrelediğini görüyoruz. İyi mi olmuş?
Bence olmamış. Sekiz yıl önce buraya gelen bir biz vardık bir de bir aile daha vardı. Onlar akşam ayrılmıştı, biz de misafirhanede kalmıştık. Şimdi o misafirhane özelleştirilmiş, otel olmuş, yanında market açılmış. Her yer araba ve insan. En kötüsü de mangalcıların dumanı manzaranın doğallığını bozuyor. O bakir gölden eser kalmamış. Bende yine üzüntü, yine burukluk. İnsan, araba, kayıkların arasında böyle böyle fotoğraflar çekebiliyoruz ancak…
Efendim göle zamanın birinde envai çeşit akvaryum balığı atılmış ve şu an 11 çaşit balık yaşıyormuş bu karanlık sularda…
Biraz da gölden uzaklaşıp ormanın içine doğru yürüyelim dedik, içimiz açıldı…
Bu kadar Karagöl yeter. Öncekine göre çok daha kalabalık, yapılaşmış ve karışık olmasına rağmen yine de hala çok güzel, hala sizi kucaklıyor. Dönüş yolunda daha fazla mola veriyoruz. Buralardan geçtik…
Yukarıda bahsettiğim çayın iki yakasından gelen yolun birleştiği noktada giderken Özge beni arkadan dürtüyor.
-Dur, DUR!
Hayırdır inşallah. Meğerse yolun kenarında bu ufaklığı görmüş yola çıkmak üzere ezilebilir diye durdurmuş beni. Biraz da sevmek için tabi. Şuna bakar mısınız…
Bu garibim dikene dalmış, her yerine yapışmış, çıkaramıyor.
Uğraştırıcı bir mesaiden sonra dikenlerini temizledik. Sanırım bizi sevdi
Bu sevimli köpeği arkamızda bıraktıktan sonra Kafkasör Yaylası’ndaki otelimize gidiyor ve bir gece daha konaklıyoruz. Ertesi sabah Borçka’ya doğru yola çıkıyoruz. Artvin Borçka arası muhteşem açık virajları ve düzgün asfaltı ile Bolu dağından sonra ikinci kez bizi mest ediyor. En azından beni. Özge “yüzünün yanında yol çizgisi” olduğu halde dua moduna girmiş 🙂
Ancak asıl keyif Borçka sonrası Camili yoluna sapınca başlıyor. Macahel Geçidi’ne doğru bulutlar kasklarımıza deyiyor. Manzara müthiş, yol asfalt ama orta karar.
Yolda bir bakıyoruz ki Motorumuzun plakasını tutan vidalardan biri düşmüş. Tek vida ile plaka sallanıyor. Dağın başında kaybedersek yeni ruhsat çıkarmak gerekeceğinden diğer vidayı da söküp, plakayı arka çantaya koyup en yakın yerde taktırmak üzere plakasız devam ediyoruz. Bu manzara hepsine değer.
Muhteşem manzara sonrası Camili (Macahel) Köyü’ne ulaşıyoruz. Buraya gelme amaçlarımızdan biri de rengarenk süslemeleriyle ünlü ahşap camiyi görmek.
Efendim bu cami muhtemelen 1819 dan önce yapılmış ancak 1855 yılında çığ nedeniyle yıkılınca eski binanın keresteleri ve köylülerce samanlıklar serenderler ve ambarlar bozularak elde edilen kerestelerden tekrar yapılmış. Buyrun…
Dönüş yolunda yine manzara keyfi var…
Macahel’den dönüşte yine geçitten geçtikten sonra bu sefer Çoruh nehri boyunca ilerleyip Muratlı’ya geçiyoruz. Burası da Macahel gibi Gürcistan sınırında. Karşısı Gürcistan.
Burada da görmeyi istediğimiz ahşap bir cami var.Bu cami daha çok ince ahşap işlemeleri ile ön plana çıkıyor
Camiyi geride bırakıp Muratlı’dan kuzeye, Hopa’ya doğru yola çıkıyoruz. Yolda Muratlı Barajı suları altında kalan bu minareyi gördük.
Yolda yine Cankurtaran geçidinden geçerken, Karadeniz bize güzelliklerini sergiliyor.
Hopa’ya geldik ve öğretmenevinde konakladık. Amacımız günübirlik Gürcistan’ı gezmek. Motorla gitmeyi düşündük ancak çok da güvenli olmadığını duyduğumuzdan motorumuzu öğretmenevinin bahçesine park edip sınıra minibüsle gitmeye karar verdik. Hopa’dan Sarp sınır kapısına cüzi bir ücretle minibüsle ulaşabiliyorsunuz.
Sınırda Türkiye tarafından çıktıktan sonra Gürcistan tarafında böyle bir yapı ile karşılaşıyorsunuz.
Gürcistan’a vizesiz günübirlik giriş çıkış yapabiliyorsunuz. İşlemler hızlıca haloluyor ki bizim tarafta çıkarken çok daha uzun sürmüştü işlemler.
Gürcistan halkı Türk’lere çok alışkın. Günlük hayatın bir parçası olmuşuz. Her yerde Türkçe konuşan insan var. Bizim bindiğimiz taksinin şoförü çok güzel konuşuyordu (Trabzon ağzıyla). Gürcistan para birimi Lari. Yalnız sınır kapısındaki döviz büroları biraz pahalı. Merkezdeki büroları kullanmakta fayda var. Bu arada taksi şoförü senede bir kaç kez alışveriş için Trabzon’a gidiyormuş. Türkiye giyim konusunda ucuzmuş.
Batum’a kadar geldikten sonra uzun sahil yolunda yürümek için yolumuza yaya olarak devam ediyoruz. Sahil yolunda yürümesi çok keyifli. Buralar yeni yapılmış ve oldukça düzenli görünüyor. İlginç ve modern yapılar bizi bekliyor.
Gürcistan belirgin tezatlıkların birarada olduğu bir ülke. Şöyle ki bir yanda modern zengin yeni inşa edilmiş bir şehir varken hemen yanında eski komünizmden kalma hayat tarzı olan mahalleler var.
Durup dinlenmeye uygun çok güzel alanlar var.
Batum’daki tezatlıkların biri de yollarda görünüyor. Çok sayıda lüks araç var ancak bunların önemi bir kısmının tamponu (ya da çamurluğu) yok. Avrupa’dan uygun fiyata ikinci el araçlar alınıyor ve kaza olunca yedek parça bulunamıyor sanırım. Yollarda görülen tamponsuz araçların sayısı çok fazla. Bir de ilginç olarak plakasında sadece “T” yazan kırmızı bir Porsche vardı. Onun tamponları yerindeydi.
Batum’da mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri de Botanik Parkı. Park 1912 de açılmış ama bitkilerin ekimi bundan 30 yıl kadar önce başlamış. Parka şehir merkezinden geçen dolmuşlarla cüzi bir fiyata gidebiliyorsunuz. Park muhteşem. Bursa ve Ankara’da da botanik park gezdim ama burası bambaşka. Her şeyden önce çok büyük. Yürümek çok zaman alıyor. Çok çeşitli bitkiler var. Bunların bir kısmı geldiği coğrafyaya göre bölümlere ayrılmış. Yollar bizimkiler gibi kaldırım taşıyla döşenmemiş, doğal görünüyor. Göze batan hiç bir şey yok. Sanki başka bir dünyaya geldik. Burası çok huzurlu.
Paylaşılacak o kadar çok fotoğraf var ki, sıkılmazsanız buyrun, içiniz açılsın…
Özge ile yaprakların boyutuna bakar mısınız?
Çiçek, böcek, arı, kelebek derken çok yorulduk, azıcık oturduk…
Biz oradayken bir düğün töreninin hazırlıkları vardı.
Parkın içini gezdiren elektrikli araçlara;
Özge’nin ısrarları ve benim de işime gelmesiyle bindik. Yürümekten yorgun düşmüş ayaklarımıza çok iyi geldi. Bu geziyi sizler için kaydettik. Bu açıdan parkın geneli daha iyi anlaşılıyor; süreleri gittikçe kısalan üç parça halinde, buyrun…
Bu gezi sonrası Batum şehir merkezine dönüş vakti. Dönüşü yine dolmuşla yapıyoruz. Şehirde yürümeye devam ettik. Yürümekten ayaklarımız şişti.
Batum’da Serdar Ortaç (!) çalan bir restoranda akşam yemeği yedik. Fiyatlar makul.
Güneş batmaya başladıkça şehrin görüntüsü değişmeye başlıyor…
Yine şehir merkezinde hareketli bir heykel çifti mevcut. Kadın ve erkeği tasvir eden bu çift, hareket halinde birbirine yaklaşıyor, uzaklaşıyor ve hareketi boyunca içiçe geçiyor. Bu arada renkleri sürekli değişiyor. Keyfi karanlıkta daha güzel çıkıyor. Hareket oldukça yavaş ve bu yüzden anlaşılabilir olması için bir dizi fotoğraf göstereceğim. Biz çok sevdik.
Heykelin büyülü renklerine ve sakin hareketine kapılıp saatin nasıl geçtiğini anlamadık. Yurda dönme vakti. Sınır kapısına gidip oradan da Türk tarafına geçtik. Saatler akşam saatiydi(dokuz civarı olması lazım). Bu saatte Hopa’ya giden dolmuş kalmıyormuş ve taksiler de astronomik ücretler istiyormuş. Gideceklerin buna dikkat etmesinde fayda var. Öğretmenevine ulaşıp geceyi orada geçirdikten sonra sabah erkenden Samsun’a doğru yola çıkıyoruz. Toplamda 500 km den fazla yol gittik.
Samsun’da konakladıktan sonra Bursa’ya doğru yola çıkıyoruz. Bu sefer Ankara üzerinden gidelim diyoruz ne var ki Ankara’ya gelmeden yoğun sağanak yağış başlıyor. Yağmur iyice şiddetini arttırırken hava da soğumaya ve kararmaya başlıyor. Sivrihisar civarında bir tesiste mola veriyoruz. Yağmurluklarımızdan süzülen sular masamızın altında göl oluşturuyor ve diğer müşteriler bir yandan uzaylıymışız gibi inceleyerek, bir yandan da acıyarak bize bakıyorlar. Orada içilen çorba ve çaya paha biçilmez. Özge’ye soruyorum; istersen bu gece burada konaklayıp sabah çıkalım. Özge bu gece evde uyumak istiyorum diyor. Motora binip yola devam etmeden tesis otoparkında şiddetli yağmur altındayken; Özge yaklaşık 40 yıllık bir otomobil içinde sıcak sıcak ve kuru halde oturan kadını görüyor. O kadının rahat rahat oturup bize bakması hala Özgenin aklından çıkmış değildir, hala anlatır.
Eskişehir Bozüyük derken Mezitler geçişinde hava iyice soğuyor. Gece, yağmur, soğuk derken ben de motorculuğu sorgulamaya başlıyorum. Mezitler virajları bana hiç bu kadar zor gelmemişti (bir kere de çok yoğun sis altında geçmek zorunda kalmıştım ama gündüzdü en azından). Mezitler bitip de İnegöl’e yaklaştığımızda ıslak kıyafetlerimize, kaskımıza vuran o ılık havayı hiç unutmayacağım. Sanki başka bir mevsime bir anda geçiş yaptık. Mutluluğumuzu hala hatırlarız. İnegöl Bursa arasını sorunsuz geçiyor ve evimize ulaşıyoruz. Gelir gelmez otoparktan çıkmadan yolculuğun bilançosunu görmek için fotoğraf çekiyorum.
Kaplanımızın bize söyledikleri;
Toplam yol: 3545.8 km
Toplam Süre: 42 saat 44 dakika
Ortalama hız: saatte 83 km
Tüketim: 6.4 lt/100km
Üçüncü ve rengarenk bölümüyle gezi yazımızın sonuna geldik. Bu gezide pek çok kez; Karadeniz insanının yardımseverliğini görmüş olduk. Pazar ilçesinde, plakamızın kaybolan vidasını taktırmaya gittiğimiz, uygun vidayı uzun süre arayıp kesinlikle ücret almayan motosiklet tamircisine, Sarp’ta bize yardımcı olan ve muhabbetini eksik etmeyen şoför arkadaşa ve hatırlayamadığım nice Karadeniz insanına teşekkür ederiz. Her gittiğimizde bizi sıcak karşılıyor, karşılık beklemeden iyiliklerde bulunuyorsunuz.
Bu geziye çıkmadan önce sevgili Tayfur ve Seran o mevsimde gitmeyin, yağmur olur demişlerdi, çoğunlukla haklı çıktılar, onlara da buradan selam olsun.
Sekiz yıl arayla benzer rotada yaptığım Karadeniz gezisine göre üzülerek söylemeliyim ki doğa insan eliyle çok fazla bozulmuş. Bazı yerler masumiyetini ve bakirliğini kaybetmiş. Biz oralardan döndükten sonra Artvin’de açılan maden, doğaya daha da fazla zarar vermiş olmalı. Oğlum büyüdüğünde ana-babasının gezdiği bu yerleri kendi gözleriyle bu şekilde görebilecek mi, yoksa sadece fotoğraflardan mı bilecek, emin olamıyorum. Umarım yanılırım da tahrifat artmaz, hatta geriye döner. Uzungöl’de lunapark, go-kart pisti; Ayder’de eğlence mekanları da olmayıversin. Yoksa gezecek bir karadeniz de kalmayacak…
Başka bir yazıda görüşmek üzere, sevgiyle kalın.